Tüm Korkuların Temeli

Sevgili OSHO,
Korku nedir?

Bir çok çeşit korku vardır; ben onlardan sözetmiyorum. Ben en temel korkudan sözediyorum- diğer korkuların hepsi bu temel korkunun uzak birer yankısından başka bir şey değildir- ve bu ölüm korkusudur. Yaşam ölümle çevrelenmiştir. Her gün birinin ya da bir şeyin ölümüne tanık olursunuz; az önce canlı olan bir şey artık ölüdür.
Her ölüm size kendi ölümünüzü anımsatır.
Bir gün ölecek olduğunuzu unutmak imkansızdır; her an, içinde bunu anımsatacak bir şey barındırır. Demek ki, öncelikle anlaşılması gereken şey, korkudan kurtulmanın tek çaresinin ölümden kurtulmak olduğudur. Bunu başarabilir, ölümden kurtulabilirsiniz, çünkü ölüm bir gerçeklik değil yalnızca bir düşüncedir.
Yalnızca başkalarının ölümüne tanık oldunuz, hiç kendi ölümünüze tanık oldunuz mu? Başka birini ölürken izlediğinizde bunu ölüm deneyimine bir katılımcı olarak değil de, dışardan biri olarak yaparsınız. Deneyim yalnızca ölen insanın içinde gerçekleşir.
Siz yalnızca onun artık soluk almadığını, bedeninin soğumaya başladığını ve nabzının atmadığını bilirsiniz. Ancak yaşam yalnızca bunların toplamından mı oluşur? Yaşam yalnızca soluk almak mıdır? Yaşam yalnızca kalp atışlarından, kan dolaşımından ve vücut ısısından mı ibarettir? Eğer yaşam buysa tüm bu çabaya değmez. Yaşamım yalnızca soluk almamdan oluşuyorsa, soluk almayı sürdürmemin ne anlamı var?
Yaşam başka bir şey olmalı. Herhangi bir değer taşıması için yaşamın içinde sonsuzluğa ait bir şeyler barındırması gerekir; ölümden öte bir şey olması gerekir. Bu bilgiye sahip olabilirsiniz, çünkü bu bilgi sizin içinizde varolmaktadır. Yaşam sizin içinizde varolmaktadır- ölüm ise yalnızca başkalarının, dıştan gözlemleyenlerin deneyimidir. Tıpkı aşk gibi... Aşkın ne olduğunu, aşık olmuş birini dışardan gözlemleyerek anlayabilir misiniz? Göreceğiniz şeyler nedir? Aşıkların sarıldığını görürsünüz ama sarılmak aşk mıdır? El ele tutuştuklarını da görebilirsiniz ama aşk el ele tutuşmak mı demektir? Dışardan bakarken aşkla ilgili başka ne keşfedebilirsiniz? Keşfettiğinizi sandığınız her şey kesinlikle boştur. Gördükleriniz aşkın ifadeleridir ama kendisi değildir. Aşk yalnızca içinde bulunanın bilebileceği bir şeydir.
En büyük Hint şairlerinden biri olan Rabindranath Tagore, dedesinin arkadaşı olan yaşlı bir adamdan oldukça rahatsızdı. Bu adam yakında oturduğu için sık sık evlerine gelmekte ve Tagore'un başını ağrıtacak bir şeyler yapmadan da gitmemekteydi. Mutlaka onun odasının kapısını çalıp sorardı, "Şiirlerin nasıl gidiyor? Gerçekten Tanrı'yı tanıyor musun? Aşkın ne olduğunu gerçekten biliyor musun? Söyle bana, şiirlerinde sözettiğin tüm bu şeyleri biliyor musun? Yoksa yalnızca sözcükleri kullanmakta mı ustasın? En aptal adam bile aşktan, Tanrı'dan, ruhtan sözedebilir ama senin gözlerinde bunları gerçekten deneyimlediğine dair bir iz göremiyorum."
Tagore ona yanıt veremezdi. Aslında haklıydı da adam. Yaşlı adam pazarda rastlaştıklarında onu alıkoyup sorardı, "Tanrına ne oldu? Onu bulabildin mi, yoksa hala hakkında şiirler mi yazıyorsun? Unutma, Tanrı hakkında konuşmak onu bilmek demek değildir."
İnsanı son derece müşkül durumda bırakan biriydi. Tagore'un büyük saygı gördüğü- Nobel ödülünü kazanmıştı- şair toplantılarında bu adam da mutlaka orada olurdu. Sahnede tüm şair ve Tagore hayranlarından önce adam onun yakasına yapışıp, "Hala gerçekleşmemiş. Bütün bu aptalları niye kandırıyorsun? Onlar küçük aptallar, sen daha büyük bir aptalsın; onlar ülke dışında tanınmıyor, sense tüm dünyada tanınıyorsun ama bu yine de Tanrıyı bildiğin anlamına gelmez." diyordu.
Tagore günlüğüne şöyle yazmıştı: "Bu adam tarafından öylesine taciz edilmiştim ve öylesine delici bakışları vardı ki ona yalan söylemek imkansızdı. Onun varlığı insanı ya doğruyu söylemeye ya da tamamen sessiz kalmaya zorluyordu."
Ancak bir gün beklenen gerçekleşti...
Tagore bir sabah yürüyüşüne çıkmıştı. Gece yağmur yağmıştı, saat çok erkendi ve güneş doğuyordu. Okyanus altın rengindeydi ve yolun kenarında toplanan su birikintileri de küçük göller oluşturuyordu. O küçük gölcüklerde de güneş aynı görkem, aynı renk, aynı coşkuyla doğuyordu. Ve yalnızca bunu deneyimlemek, varoluşta hiçbir şeyin diğerinden daha değersiz ya da daha üstün olmadığını, her şeyin bir bütünün parçası olduğunu görmek onun içinde ansızın bir şeyleri tetikledi. Hayatında ilk kez o yaşlı adamın evine gidip, kapıyı çaldı ve adamın gözlerine bakıp, "Şimdi ne diyorsunuz?" diye sordu.
Aldığı yanıt şuydu: "Şimdi söylenecek hiçbir şey yok. Artık gerçekleşmiş, seni kutsuyorum".
Ölümsüzlüğünüzü, sonsuzluğunuzu, bütünlüğünüzü ve varoluşla birliğinizi deneyimlemek her zaman mümkündür. Bunun için ihtiyacınız olan tek şey bu duyguları harekete geçirecek bir tetiktir.
Yapılması gereken ilk şey ölümden kurtulmaktır. Böylece tüm korkular yok olur. Her korkuyla tek tek uğraşmanıza da gerek kalmaz, zaten buna bir değil birkaç ömür bile yetmez.
Korku doğaldır çünkü ölüm herkes tarafından bilinir. Suçluluk duygusu ise doğal değil, dinlerin yarattığı bir şeydir. Her insanı binbir şeyle suçlu kılmış, ve bu suçluluk duygusunun ağırlığıyla onları şarkı söyleyip dans edemez, hiçbir şeyden keyif alamaz hale getirmişlerdir. Suçluluk duygusu her şeyi zehirler.
Tüm dinler insanın masumiyetinin aleyhinde teoriler geliştirip, onları suçlu kılmışlardır çünkü bu suçluluk duygusu olmadan insanları esaret altına almak mümkün değildir. Ve esirlere ihtiyaç vardır. Birkaç insanın iktidar hırsını tatmin edebilmek için, milyonlarca insanın esaret altına girmesine ihtiyaç vardır. Birkaç insanın Büyük İskender gibi olabilmesi için, milyonların ikinci derece insan konumuna indirgenmesi gerekir.
Ancak tüm bunlar yalnızca zihinsel şartlandırılmalardır ve bunları yok etmek kumun üzerine yazılmış yazıları silmek kadar kolaydır. Bu yazıları kutsal kabul ettiğiniz için, çok saygın kaynaklardan, dinlerin büyük kurucularından geldiklerini kabul ettiğiniz için korku duymayın. Bunlar önemli değildir. Önemli olan tek şey zihninizin tamamen temizlenmiş, boş ve sessiz olmasıdır.
Musa, İsa ya da Buda'yı içinizde yaşatmanız gerekmez. İhtiyacınız olan tamamen sessiz, tertemiz bir boşluktur. Ve sadece bu boşluk sizi yalnızca bana değil, aynı zamanda kendinize ve varoluşa getirir.
Dünya dinleri insanların başına öyle çok hastalık sarmıştır ki bunları saymak bile mümkün değildir. Bu hastalıklardan biri insanları bu hayatta olmasa bile başka bir hayatta ödüllendirileceklerine dair bir beklentiye sokmuş olmalarıdır.
İnsanları son derece hırslı ve arsız bir hale sokup, aynı zamanda hırs aleyhinde konuşurlar. Aslında dinleri olduğu gibi hırs üzerine kuruludur.
Dinler affedilemeyecek derecede zarara yol açmışlardır. İnsanların tüm gururunu, ümit etmenin, sevmenin, beklenti içinde olmanın keyfini, baharın geleceğine dair duydukları güveni ellerinden almışlardır. Her şeyi sizden uzaklaştırmışlardır. Yalnızca hiçbir ilişki, hiçbir bağlantı kuramadığınız belli ritüelleri yerine getirdiğiniz taktirde ödüllendirileceksiniz.
Basit ve masum bir din bütün dünyayı değiştirebilirdi. Ama içten pazarlıklı din adamları saf, masum ve çocukça, etrafa meraklı gözlerle, neşeyle bakan, cennet ve cehenneme dair saçma fikirlere kafa yormayıp, her anı büyük bir sevgiyle yaşayan bir dinin yayılmasına izin veremezlerdi.
Ve daha fazlasını bekleyerek- arzulamadan bekleyerek, hakkederek, baharın gelmesi için daha fazla alan, daha fazla sessizlik yaratarak... Yalnızca birkaç çiçek değil, binlerce çiçek açması için...
Sufi mistiklerinden birinin bu konuda küçük bir şiiri vardır: "Bahar için uzun zaman bekledim- geldi. Ve öyle bereketli, öyle bol çiçekle geldi ki, kendime küçük bir yuva yapabileceğim yerde bana hiç yer kalmadı."
Yaşam sınırsızca sunar; yalnızca almayı bilmeniz gerekir.
Dinlerin yarattığı bozulma ve kirliliğe karşı tamamen saf bir hale gelmenizi istiyorum. Sessiz, sevgi dolu, daha fazlasının gerçekleşmesini bekleyen bir zihne sahip olun. Yaşam öyle engindir ki, onu ne kadar araştırırsak araştıralım asla tüketemeyiz. Esrar zamandan bağımsızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder